Türkiye'deki popüler kültür ürünleri üzerine fikirler, düşünceler... Popüler kültür önemlidir, üzerinde düşünülmesi gereklidir.

14 Kasım 2008 Cuma

Pek "samimi" ve telaşlı bir film: Issız Adam

Çağan Irmak’ın “Issız Adam”ı vaatlerle dolu bir film. “Babam ve Oğlum”un yönetmeni, arada yönetmenimizin içsel bir yolculuğu diyerek dışlayabileceğimiz “Ulak”ı saymazsak yeni bir zamanı-mekanı tanıdık bir filmle karşımızda, yani insan iyi bir hikaye seyredeceğinden neredeyse emin. Fragman, bir fragmandan bekleneceği gibi, seyirciyi samimiyetle filme davet ediyor. Köşe yazarlarımız, film konusunda çok hevesli, hatta ısrarcı. Hikaye, anlatıldığına göre, şehir insanlarının çıkmazları, tatminsizlikleri hakkında. Kendimizden bir şeyler bulabiliriz yani. Gitmeseniz kusurlusunuz yani.

Yönetmenin derdi, etrafında, çok yakınında yaşanagelen duyguları, iç acılarını, hayat dertlerini bir şekilde izleyiciye geçirebilmek olsa gerek. O yüzden, kendi etrafında bir problem olarak haklı biçimde teşhis ettiği bir duyguyu “tatminsizliği” yerleştiriyor hikayesinin merkezine. Yeni kentsoyluların bazıları, bulduklarıyla yetinmiyorlar, vaat edilmiş olanın bu kadar olamayacağını hissediyorlar, daha fazlanın, daha radikalin peşine düşüyorlar. Bir doymazlık, mutlu olmaktan, tatmin olmaktan korkma, onu kaybedeceğinden korkarak yaşama. Teksesli olmadığı kesin olan, ama kaç sesli olduğu kestirilemeyen bir koronun susturulamayışından muzdarip olma hali. Irmak, filmin satıraralarında bunun bir metropol sancısı olduğundan, daha da çok metropole yeni gelenlerin sancısı olduğundan dem vuruyor. “Seninkiler nerede?” diye soruyor Alper Ada’ya, Ada’nın ailesinin İstanbul’da yaşamadığından, Ada’nın da bir tür göçmen olduğundan emin.

Bu duygunun bugünün dünyasında, bugünün Türkiyesi’nde karşılığı olduğundan kimsenin şüphesi yoktur herhalde. Bir anlatıcı olarak Irmak da, konuyu kendisinin ilk yakaladığını iddia etmeyecek kadar hakkaniyetli. Filmin amacı, bu çıkmazlar hakkında seyirciye duyguyu hissettirebilmek, Alper’in acısına, Ada’nın çaresizliğine seyirciyi daha bir aşina kılmak olsa gerek. Irmak’a güvenimiz de, beklentimiz de bu noktadan kaynaklı işte. Bildiğimiz duyguları, daha bir coşkuyla yaşamanın kapılarını açacak bize bu yönetmen diye düşünüyoruz.

Ama film, belki beklendiği üzere, kendi “yapma” dediğini yapıyor: Süreci aceleye getiriyor. Alper’in hayatı bir çırpıda yaşama derdine benzer şekilde, Çağan Irmak, sanki senaryoyu bir çırpıda yazmış, oyuncuları hemencecik seçmiş, filmi çekivermiş, kurguyu da birkaç günde bağlayıvermiş gibi. Belki öyle değil, ama öyle gibi. Senaryo, derdini anlatamamak konusunda o kadar endişeli ki, karakterler sürekli konuşuyor, sürekli anlatıyor. Tasvir edilen insanın sorunlarından bir olmasını bekleyeceğiniz bir durum, derdini anlatamama hali, filme de nüfuz etse ne kadar güzel olurdu halbuki. Karakterler biraz sussa, en azından sevişirken biraz sussa, bazı şeyler gözümüze sokulmasa da hissettirilse, anne “Bu hayhuyda insan yalnız olduğunu unutur kızım” deyip anafikri de dillendirmese, ne güzel olurmuş halbuki.

Yoksa filmin hikayesinden, son sahnelerdeki buluşlarından, yönetmenimizin iyi niyetinden şüphemiz yok. Bu fikri biraz dinlendirseymiş keşke, nadasa bırakabilseymiş. “Issız Adam”, Alper’in Ada’nın peşinden koşması gibi, telaşlı bir film olmuş bu haliyle. Alper’in Ada’yı sevmesi gibi bir duygu sona kalan: Samimi bir aşkın telaşı mı bu, yoksa maymun iştahlılık mı, pek belli değil. E çünkü bu devirde – samimiyetle iyi niyet aynı şey değil.